’’OSMANLI HUKUKUNA BİRAZ DAHA BAĞLAMSAL BAKMAK GEREKİR. TOPLUM İÇERİSİNDE NE ERMENİLER NE MÜSLÜMANLAR NE DE RUMLAR SADECE DİNÎ KİMLİKLERİYLE BULUNMUYORDU’’
’’Kimliğin İzinde: Çağlar Boyunca İstanbul Ermeni Patrikliği’’ adlı belgeselin türkçe versiyonunun geçtiğimiz hafta sonu Kumkapı’da düzenlenen galası, Türkiye’deki Gayrimüslim azınlıkların cemaat gündemine dair sorunlarının da tartışılmasına vesile oldu. Film gösteriminden sonraki panel çeşitli konulara ışık tutar nitelikteydi.
Bugün panelistlerden Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdurrahman Atçıl’ın konuşmasının deşifresini yayınlıyoruz.
Atçıl 2010 yılında Chicago Üniversitesi’nde doktorasını tamamlamıştır. 2020’de Sabancı Üniversitesi bünyesine katılmadan önce, Harvard Hukuk Fakültesi’nde doktora sonrası araştırmacı, New York Şehir Üniversitesi Queens College’da yardımcı doçent ve İstanbul Şehir Üniversitesi’nde yardımcı doçent ve doçent olarak görev yapmıştır. Araştırmalarında Prof. Dr. Atçıl özellikle erken modern dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda hukuk, din ve siyaset meseleleriyle ilgilenmektedir. Yakın dönemde, Avrupa Araştırma Konseyi tarafından finanse edilen bir Consolidator Grant kapsamında, 1450 ile 1650 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda hukukun oluşumunu incelemektedir. Âlimlerin dinî-hukuki görüşlerini ve sultan fermanlarını ele alarak, erken modern dönem toplumlarda çeşitlilik ve değişimi açıklayabilecek bir hukuk yapma modeli üzerinde çalışmaktadır.
*
Erken Osmanlı dönemi hakkında benim çalışmalarım daha çok Müslüman dinîteşkilat üzerineydi. İstanbul çerçevesinde baktığımızda tabii ki 1453 sonrasında İslam’ın kurumsal olarak İstanbul’a geldiğini ve İstanbul’un bir Müslüman merkezi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat tabii ki Osmanlı dönemi, belgeselde de gözüktüğü üzere, sadece Müslümanların tarihi, Müslümanların bütün toplumsal yapılara, toplumsal katmanlara hâkim olduğu, her şeyi bütünüyle kontrol ettiği bir dönem olarak düşünülemez. Diğer cemaatler açısından da, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler açısından da Osmanlı dönemi, çok kendine mahsus özellikler geliştirmiş bir dönem olarak görülebilir.
İstanbul, 1453’ten sonra bir Müslüman merkez olduğu gibi, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler için de bir merkez olma yönünde, bu dinî yapıların kurumsallaşması yönünde önemli bir dönem olmuştur. Bunu tabii ki imparatorluk yapılarıyla ilişkilendirebiliriz. Her imparatorlukta bir çeşitlilik vardır; dinî, etnik, dilsel bir çeşitlilik vardır. Ama bu hikâyenin tamamını anlatmaz. Her imparatorluğun kendine mahsus bir “yoğurt yiyişi” vardır diyelim.
Osmanlı’nın yönetişim stratejisinde de Gayrimüslimlerin ve Müslümanların dinîorganizasyonlarının önemli bir yeri vardı. Yani onlar ruhani yapılara, ruhani organizasyonlara ilaveten, bu yapıları (daha tırnak içinde) “laik” bir yönetim stratejisi içerisinde kullanmak istiyordu ve bunun için İstanbul’daki Patriklik, Hahamlık gibi yapılarıkurumsallaştırma yönünde bir karar aldığını görüyoruz. Özellikle Ermenilerin, İstanbul’un Osmanlılara geçişinden sonra ve 16. yüzyılın sonlarından itibaren özellikle Doğu’daki karışıklıklar, isyanlar dolayısıyla Ermeni göçüyle birlikte İstanbul’un da önemli bir Ermeni merkezi hâline geldiğini görüyoruz.
Osmanlılar, ruhani hiyerarşileri tamamen reddetmeseler de, kendi yönetimleri açısından İstanbul Patrikliğini muhatap alma yönünde karar almış gözüküyorlar. Bu da cemaatin içerisinde birtakım tansiyonlara sebebiyet veriyor. Bunların bazısını belgeselde gördük. İstanbul Patrikliği, ruhani hiyerarşilere riayet etmiş olsa da, zaman zaman idari olarak ön plana çıkması durumu ortaya çıkmış gözüküyor.
Ben Osmanlı hukuku çerçevesinde yaptığım çalışmalarda, belki şuna işaret edebilirim: Ermeniler, millet sistemi çerçevesinde tartışıldığı zaman sanki çok izole ve kendi kendine yeten bir grupmuş gibi tartışılıyordu. Bunu millet sistemini reddetmek için değil de; ona bir nüans eklemek bağlamında söylüyorum. Bu son yıllarda literatürde ele alınıyor. Müslüman ve Gayrimüslim cemaatlerin birçok açıdan iç içe geçmişliğine, ruhani bölünmelerin her şeyi belirlemediğine dair bir literatür oluşmuş durumda. Yani Ermeniler veya diğer Gayrimüslimler sadece bir dinî topluluk değillerdi; aynı zamanda zanaatkâr olarak toplumda bulunuyor, devletle iş yapıyor, bir mahallenin sakini, köylü veya şehirli oluyorlardı. Bu farklı kimlikleri dinî kimlikleriyle birlikte taşıyorlardı. Ve bu farklıkimlikleriyle de birbirinden farklı hukuki ilişkiler, hukuki bağlamlarda bulunuyorlardı. Tabii ki bu hukuk meselesi, Gayrimüslimler veya Müslümanlar için de geçerli, bulundukları bağlama göre değişiklik kazanıyordu. Dinî, ruhani meseleleri ilgilendiren durumlarda tabii ki Patriklik ve diğer ruhani yetkisi olan kurumların önceliği vardı. Fakat bir mahalle ile ilgili bir durum olduğu zaman, kadı mahkemesi daha önemli oluyordu. Veya mesleki bir grupla ilgili bir durum olduğu zaman, Müslümanlar, Ermeniler, Yahudiler, aynı yapı içerisinde, kendi problemlerini kendi geliştirdikleri normlara göre çözüyorlardı. Bunun için Osmanlı hukukuna baktığımızda, sadece millet sistemi mi vardı, tek hukuk mu vardı gibi bakmaktan çok, daha biraz bağlamsal ve duruma göre bakmak lazım. Yani bu toplum içerisinde, ne Ermeniler ne Müslümanlar ne de Rumlar sadece dinîkimlikleriyle bulunmuyorlardı. Farklı farklı kimlikleri vardı.
19. yüzyıla geldiğimizde, belgeselde de dinlediğimiz üzere, tabii ki eskiden beri uygulanmakta olan yapıların biraz daha netleştiğini ve kâğıda dökülerek daha bağlayıcı, hukuki nitelik kazandığını görüyoruz.
20. yüzyıl ve günümüzdeki Ermeni cemaatinin içerisinde olduğu problemler ve uğraştıkları sorunlar açıkçası benim de malumum değildi. Bu belgesel vesilesiyle öğrendim. Osmanlı’nın, modern öncesi Osmanlı’nın, çok katmanlı ve zaman zaman iç içe geçen farklı hukuki bağlamlarda sorun çözmesi, hukukun ve Gayrimüslimlerle Müslümanların bir arada yaşamasını sağlaması tecrübesi bana ilginç geliyor. Hâlâgünümüz için de ilginç geliyor.
Tabii ki 20. yüzyıl, 21. yüzyıl bağlamını inkâr etmeden, yönelimsel olarak, bu topraklarda, İstanbul’da, farklılıkları bir arada tutup belli bir rıza oluşturabilmişiz. Yani hiç kimse için en ideali olmamış, bunu da söylemek lazım. Bu “millet-i hâkime” ifadesi literatürde de, belgeselde de geçiyor. Buraya bir soru işareti koymak isterim. Birlikte yaşamak her zaman bir fedakârlık, bir vazgeçiş ile oluyor. Müslümanlar için (burayı biraz daha güvenle söyleyebilirim), çok ideal, klasik, değişmez, mükemmel bir düzeni uygulamışdeğiller Osmanlı döneminde. Yani onlar için ideal olan, Hz. Muhammed döneminde esasları konulmuş, değişmezi uygulamış değiller. Onlar da karşılaştıkları şartlarla, komşularıyla, Gayrimüslim cemaatlerle diyalog içerisinde yaşanılabilir bir ortam ortaya çıkartmak için birtakım şeylerden vazgeçerek ortak bir yapı oluşturmuşlar.
Bu tecrübe, bu toprakların mirasıdır. Belki üzerinde konuşulabilir, güncel problemlerle birlikte düşünüldüğünde, tabii ki formlar değişik olacaktır ama yaklaşım açısından manalıbir tecrübe olabilir diye düşünüyorum. Benim aklıma gelenler bunlar…